Yazarın 1962 tarihinde yayımlanan bu eseri bir çokları için Türk Romancılığı’nın en iyi örneğidir. Türk romanları arasında böyle bir yarış var mıdır bilinmez ama, eserin bir başyapıt olduğu su götürmez bir gerçektir. Karakterler ince ince işlenmiş, dönem ve toplumsal hafıza arasındaki ilişki dikişsiz olarak hikaye ile bütünleştirilmiş, bir kişiliğin nasıl geliştiğini tüm hikaye içine yaymayı başarmış ve tüm bunları yaparken eğlenceli dilinden de vazgeçmemiştir.

Abdülhamit döneminde hayata gözlerini açtığını tahmin ettiğimiz ana karakter Hayri İrdal’ın padişahlık, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinin üçünü de görmüş olması, birçokları tarafından kitabın, “Türk tarihinin son elli yılı”‘nın bir eleştirisi olarak algılanmasına sebep olmuştur. Lakin eser, Hayri İrdal’ın yaşadığı zamanla ilişkisinden çok, hızla değişen bir dünyada bir şekilde (çok da çabalamaksızın) hayatta kalmaya çalışan bir adam(cağız)ın hikayesini anlatmaktadır. Bu durum eserin zamansızlığını gözler önüne serer. Nitekim Ahmet Hamdi, belki de hayatın zamansızlığını aramızda en iyi kavrayandır. Eseri de bu kadar büyük yapan, tüm hikayenin o tarihlerde geçmesine rağmen, zamansız olması, daha doğrusu zamanın kendisi ile ilgili olmasıdır.

İnsan ile toplum arasındaki tarif edilemez ayrılık ve bu ayrılıktan mütevellit çelişkinin kitaptaki tarifi, uzunca bir süre okuyanın aklından çıkmaz, sorgulamaya başlamasına neden olur. Kitap, ancak okuyanı ile birlikte görevini tamamlar (eğer bir görevi olduğundan bahsedilebilirse). Kendine karşı bile samimi olmayan bir insanın kitabı bitirdiğinde anladığını sandıkları, Ahmet Hamdi’nin -hala- yüzünde bir tebessüme neden olur. Nitekim kitapta adı geçen güruhu oluşturan her birey, şimdiki ya da gelecekteki okurdan çok da farklı değildir, ikisi de insandır. Tüm bu olan bitenler içinde yaşayanlar bizlersek, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün varlığını reddetmeyen, Halit Ayarcı’nın alicengiz oyunlarına göz yumanlar kimlerdir?

Sembolizm’den nasibini alan eser, bir yandan karakterlerinin sahip oldukları kişisel özellikler ve tutum ve davranışlarının son derece sağlam zeminlere oturtulmuş olmasından dolayı, okuyucunun, hikayelerin herhangi biri esnasında kötü bir sürpriz ile karşılaşmamasını sağlamış, öte yandan, onları sıradan birer karakter olmanın ötesine taşımayı başarmıştır.

Niccolò Machiavelli, Il Principe (Hükümdar) adlı eserinde Alman Halkının bir sene boyunca hiç girdi olmaksızın hayatlarını devam ettirebilmelerini, kendilerine bir çok farklı iş uydurmuş olmasına bağlar. Bu eser her ne kadar 16. yüzyılda yazılmış olsa da, modernizm dinamikleri içindeki bu “uydurulan” işlerin varlığını çok önceden farketmeyi başarmıştır. İşte Saatleri Ayarlama Enstitüsü de uydurulan bu işlerden biridir. Mühim olan uydurulan işin ehemmiyetini kavramaktadır. Günümüzdeki bir çok iş alanının özünden hiç de farkı olmayan bir yapıya sahip enstitü, o günün şartlarında da yadırganmamış, yadırgansa dahi varlığını rahatsız edecek kıymette bir eleştiri almamıştır. Nitekim, tıpkı Jean Baudrillard’ın kitle tanımında olduğu gibi herhangi bir tepki ile karşılaşması da söz konusu değildir (bkz: Toplumsalın Sonu). Haliyle kitap enstitünün kendisi ile alakalı değildir, enstitü bir alegoriden öteye geçmez.

Batılılaşma sanrılarının yaşandığı yıllarda yazılmış olması, kitapta doğu-batı çarpışmasının anlatıldığı kanısına varmak için son derece yetersiz bir veridir. Halit Ayarcı’nın kızının ecnebi misafirleri ile oynadığı zeybek(!)‘in usulsüzlüğü, kendi kimliğini popülist bir tavırla sergilemeye çalışmaktan ziyade, küçük insanın elindeki güçten faydalanıp, onu ne denli basit bir alete çevirme çabasını anlatır. Ya da ikinci eşi Pakize’nin kendini ve etrafındakileri, mütemadiyen sinema karakterleri ile karşıştırıyor olması, yine küçük insanın yaratmaya çalıştığı alternatif gerçeklik çabasına bir örnektir. Tabii acemaşiran ile nihavent makamlarını bile birbirlerinden ayırdedemeyen baldızının şarkıcılık hevesini de unutmamalı. Okuma eğer bu türlü yapılırsa, Halit Ayarcı’nın (örneğin baldızı için) Hayri İrdal’a verdiği “yürekten inanma” nasihatleri ve inanıldığında (gerçekleştiği gibi) baldızının bir gazinoda assolist olabileceği gerçeği batılılaşma komedyasından öte, insanın soyut düşünebilme yeteneğinin asıl gerçekliğin ötesine nasıl geçebileceği ve bu alternatif dünyanın mantığa aykırılığı da farkedilir. Aynı dönemlere denk gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomore’si, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’si gibi eserler ile karşılaştırıldığında batılılaşma ile asgari ölçüde ilgilenildiği daha net bir biçimde ortaya çıkar.

Hayri İrdal karakterinin, kitabı kendi ağzından dinlediğimiz karakterin hikaye boyunca başına gelenlere karşı değişken tutumları, tutarsızlık olarak nitelendirilse de, bu tutarsızlık sandığımız şey aslında onu insan yapan şeydir. Kimi zaman egosu ile (Halit Ayarcı ile ilk karşılaşmasında birlikte ettikleri tüm muhabbetlere karşı, eline tutuşturacağı 5 lirayı yeğlemesi gibi), kimi zaman süper egosu ile (Enstitüyü teftişe gelen devletlileri ağırlaması gibi) karşılık vermesi, ihtiyaç piramidinde bulunduğu ana göre davrandığı anlamına gelir. (Nitekim aç bir düşünür bile Socrates ile ilgilenmez.) Gerçi Doktor Ramiz’in psikanaliz çalışmalarına yaptığı yorumlara bakılırsa Ahmet Hamdi bu paragraftan pek de hazzetmeyecektir.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bizlere nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu ve hayatımızla ne yaptığımız sorularını sorar. Verilecek cevapların vehameti karşısında toplumsal varsayımını kabul etme yenilgisine ram ettiğimiz müddetçe, bir “Saat Ayarlama İstasyonu Görevlisi” olarak hayatımızı sürdürmeye devam ederiz. Tabii kendileri için “Hamili Yakinimdir” diyebilecek devletlileri olanlar, enstitü içerisindeki “Zaman Grafikleri Hazırlama” görevlerine devam edeceklerdir.