İhsan Oktay Anar’ın henüz otuz yaşındayken böyle bir roman yazabilmesi gerçekten inanılacak gibi değil. Kitabın geçtiği 17. yy Osmanlı’sını, İstanbul’unu böylesine mükemmel tasvir edebilmesinin tek yolu sanırım o anda orada yaşamış olması. Değil üç yüz sekiz sene evvelin Konstantiniye’sinde olan biteni böylesine muhteşem bir dille tasvir etmek, kendi yaşantımızı bile bu şekilde anlatabilmek büyük maharetten biraz daha fazlasını ister.

Kitabın başından sonuna neredeyse her bir satıra bir hikaye sığdırabilmesi, bize yazarın hikayecilik yeteneğinin ne denli gelişmiş olduğunu gösteriyor ki Türk hikayecileri arasında bu lezzeti belki de ancak Refik Halit Karay’da tadabilirsiniz, nitekim kendisi için Türk Edebiyatı’nın belki de en iyi hikayecisi olduğunu söyleyebiliriz.

Uzun İhsan, Arap İhsan, Bünyamin, Alibaz karakterleri başta olmak üzere kitaptaki diğer tüm karakterler, ani bir biçimde karşımıza çıkmalarına rağmen, birkaç kelime ile cana geliyor ve adeta (yine aniden) gözümüzün önünde beliriveriyorlar. Kitabın başından sonuna karakterlerin sağlamlığı en ufak bir sarsıntıyla karşılaşmıyorlar. Tüm bunlar bize karakterlerin ne denli özenle yaratıldıklarının ve aslında birer alt okuma ile kim olduklarının daha iyi farkına varılacağını gösteriyor.

Kitabın geçtiği dönemin günlük hayatının, mesleklerinin, yönetiminin, doğrusunun-yanlışının hikayeler içine serpiştirilme ustalığına bakılırsa yazarın 17. yy İstanbul’una her açıdan hakimiyetini farkedebiliriz. Üstelik tüm bu bilgi birçoğumuzun ilk kez karşılaşacağı ve önceki oturmuş fikirlerimizi değiştirecek cinsten. Üzerinden üçyüz küsür sene geçen bir dönemi (üstelik modernizmi, post modernizmi görmüş geçirmiş bir üçyüz sene) günümüz insanına anlatmaktaki başarısı da yine yazarın ustalıklarından biri.

Romanın bir diğer önemli özelliği ise anlatılan hikayelerin lineer bir yapıda ilerlememesi ve Kelile ve Dimne’deki gibi iç içe geçiyor olması. Kimi zaman bir kitabın çevirisi için yapılan karalamanın üçyüz senelik hikayesini ayrıca dallandırılıp anlatılmış bulabilir, kimi zaman ünlü bir hırsızın nasıl ünlü bir dilenciye dönüştüğünün hikayesini dinleyebiliriz. Üstelik tüm bu dallanan hikayelerin müthiş bir kıvraklıkla birbirlerine nasıl da dikişsiz eklemlendiğine şahit oluyoruz. Eklemek gerekir ki sadece anlatılmış olmak için anlatılan hiçbir hikaye de barındırmamaktadır, her bir hikayenin, her bir karakterin olduğu gibi, bir amaca hizmet ettiğini söyleyebiliriz.

İhsan Oktay Anar bizi sanki rüyamızda yakalamış ve uçan bir halı üzerinde bir incir ağacının üzerine bırakmış gibi birdenbire dünyası içine alıveriyor. Bu yönden, gotik edebiyatının fantastik hikayelerine taş çıkarıyor, J. R. R. Tolkein’i kıskandıracak yaratımlarda bulunuyor. Yüzüklerin Efendisi serisinin aksine, İhsan Oktay’ın bu eserini sinemaya uyarlamaya çalışırsanız üç değil belki otuz film çekmeniz gerekir, tabii kırılacak hasılat rekorlarından bahsetmeye lüzum yok.