Bu eserinde de İhsan Oktay Anar bizleri otobüsteki koltuklarımızdan, odamızdaki kanepeden, yüzümüze yediğimiz rüzgar eşliğindeki vapur yolculuğumuzdan alıyor ve III. Selim devrinde başlayan hikayesine sürükleyiveriyor. Tabii yaptığımız bu zaman yolculuğunda Anar’ın mahfuzatının, Calûd el-Filistî’ninkini andıran güçlü bir bedene dönüşmesi, kendimizi Süpermen’in kollarındaki Louis kadar güvende hissetmemizi sağlıyor. Öyle ki, ne binsekizyüz küsür derecelerde kaynayıp eritilen demir külçelerinden saçılan kıvılcımlar, ne denizin altında dehşet saçarak dolaşan korkunç kelleli canavarlar, ne de bakanı yakıp küle çeviren, havada ve karada gezen herşeyi yokeden, adeta cehennemin en derin deliklerinden sürünerek çıkan demirden dev yılanlar, gözümüzü korkutabiliyor, yanımızdan geçip giderlerken sanki her daim kendileriyle haşır neşirmişiz gibi bir hissiyat şerhediyor “post-modern” bünyelerimize. Nam-ı diğer Uzun İhsan bir kez daha kafatasını hikayesinde, hikayesini de kafatasında eritmeyi başarıyor.

Üç bölümden oluşan kitap, her bir bölümünde Hiyel İlmini aşkla, adeta yaşayan üç karakterin hikayeleriyle birlikte, bu ilmin şakirdlerinin gark oldukları dertleri, hayatlarını (vazgeçmedikleri sürece) nasıl da birer zindana çevirdiklerini anlatıyor. Bu ilim sayesinde tabiatın güçlerine hükmetmeye çalışan, eşyaya yön vermeyi; hayattaki diğer bütün sevdalara tercih eden bu üç karakterin ilki olan Yâfes Çelebi, hiyel ilmi ile yatıyor, onunla kalkıyor, hayalinde canlandırdığı dehşet saçan savaş aletlerini vucuda geçirmek için servetler harcamayı işten bile saymıyor. Üstelik yalnızca kendi servetini harcamakla kalmayıp, yakaladığı garibanların da kanına girerek onları sonsuz acıların içine çekiyor. Onun köle pazarından, hakkının çok altına satın aldığı Calûd’ün hikayeye katılması ise, Yâfes Çelebi’nin sırtına binip kendini yorulmadan Üsküdar’dan Altunizade’ye taşıyabilecek kadar güçlü bir yavere ihtiyaç duyması ile gerçekleşiyor. Yâfes Çelebi’nin tövbesinin ardından, ustasından öğrendiklerini, onun onayı olmadan kullanarak dehşet verici silahlar tasarlamak için yola çıkan Calûd, böylelikle bayrağı Yâfes Çelebi’den devralmış oluyor. Devasa boyutlara sahip Calûd, aynı zamanda Yüksek Kaldırım’da nam salan mashalatı sayesinde elden geçirmedik aşüfte bırakmıyor, karı üzerine karı alarak kendi haremini kuruyor. Tabiatın tam anlamıyla cömert davrandığı bu dev adam, tüm bu sahip olduklarına rağmen eşyadan nefret ediyor ve bu nefretini, onu yoketmek için tasarladığı silahları hayata geçirmek için kullanıyor. Tabii yeri gelmişken ustasının evinde bir varolup bir kaybolan, Büyük İskender’in de dokunduğu İktidar Taşı’ndan da bahsetmek gerek. Bu taş sayesinde devr-i daim makinasını varedebileceğini bilen Calûd, yoktan varetme ve varettiklerini, var’ın kendisini yoketmek için kullanma sevdasına düşüyor. Yaşlanıp emellerini gerçekleştiremeyeceğini farkeden Calûd’ün kendine bir çırak bulması ile, kitaptaki üçüncü önemli şahsiyet olan Üzeyir ile tanışıyoruz. Onaltı yaşına geldiğinde cebirden statiğe, mukavemetten dinamiğe bütün ilimleri su gibi yutan Üzeyir, ustasının döllediği beyninden Demir Yılanı hayal ederek yaratmayı başarıyor.

Öncelikle Anar’ın Hiyel dediği şey, doğaya karşı “Hiyle” yapmaktır, onun güçlerini yönetmeye çalışmak, bazen de karşı gelmektir. Bu anlamıyla İhsan Oktay’ın Hiyel ile Mühendisliği kastettiğini anlamak güç değil, nitekim Teknik Üniversitede size mühendisliğin tanımının vahşi doğayı ehlileştirmek ve güçlerini insan iyiliği için kullanmak, şekillendirmek olduğu öğretilir. Yazarın mühendisliğe hiyel demesi de bu yönden manidardır, çünkü akıl kullanılmadığı sürece doğa güçlerine karşı insanın atalet göstereceği ve maruz kalacağı aşikardır. Oysa insan bu güçler karşısında eylemsiz kalmak yerine etkin bir şekilde gücün yönünü değiştirmeye ya da şekil vermeye çalışmış ve bunu başarmıştır. Aslında medeniyetin temeli de işte bu “etken olma” eğilimine dayanır. Bizler yaptığımız barajlarla suyun yönünü değiştirir, yaşayamayacağımız soğuklarda teknoloji kullanarak varolmayı başarırız. Diğer yaşam formlarından hiçbiri bu tür hileler yapmaz ve herhangi bir felaket karşısında yokolurlar. Bu yönüyle insan, diğer türlerden keskin bir çizgi ile ayrılmıştır.

Aslına bakılırsa Anar, bu ayrılışın ancak masumiyetimizi kaybetmemiz ile mümkün olacağını düşünmüştür. Kitaptaki masum çocuk karakterinin elleriyle demire istediği şekli verebilmesi, asla hiyel ilmini kullanamayacak olması ve hiç büyümemesi Anar’ın bize bu masumiyetin her insanın içinde bulunduğunu, ancak büyüdükçe dünyanın kirlendiğini söylemek istemesindendir. Yani ustalıkla akıl yürütmeye başladığımız anda -ki teknoloji üretmek için akla ihtiyaç vardır- masumiyetimizi kaybederiz. Bu varsayımdan yola çıkarak Anar’ın avcı toplayıcı kabilelerin masum, tarım toplumunun ise gücün yönünü değiştirmeye çalışmalarından, yani hile yapmalarından dolayı masum kalamadıklarını düşündüğünü söylemek mümkün. Sözün kısası insan, medeniyetin başladığı noktada, yani hile yaptığı anda masumiyetini kaybetmiştir diyebiliriz. Ancak çocuğun hiç ölmeyecek olması, ilkel benliğimizde bir yerlerde biz varoldukça o çocuğun da varolcak olmasındandır. Calud karakteri ile bu çocuğun sürekli çatışması ise yine manidardır.

Kitabın üç bölümde, yani Yâfes Çelebi, Calud ve Üzeyir dönemleri olarak incelenmesi mümkündür. Bu üç karakter Hiyel ilmini birbirlerinden devralmış ve çeşitli amaçlarla bu ilmi kullanmak istemişlerdir. Üç karakter de, usta-çırak ilişkilerine sahip olmalarına rağmen birbirlerine hiç benzemezler. Karakterlerin belli dönemleri temsil etmeleri ile birlikte, aslında farklı kavramların sembolleri olması bu ayrılığın temel nedenidir.

Yâfes Çelebi bir çeşit Dr. Frankenstein’dır. Hiyel ilmini kullanarak şavaş aletleri tasarlamasının temel amacı insan öldürmek değildir, tıpkı Dr. Frankenstein gibi (ki Frankenstein için de modern Prometheus denir) yalnızca “yapabildiği” için yapar. Savaşlar yönetmek, büyük paralar kazanmak gibi dertleri yoktur, nitekim ele geçirdiği tüm servetleri hayalinde yaşayan makinaların vucud bulması için harcar. Hayattaki tek gayesi bu makinaları yapmaktır, sürekli yeni projeler üzerinde çalışması ve maymun iştahlılığı ise bize onun insan öldüren makinalar yapmaya çalışmasından çok, verilen problemin daha iyi çözümlerini bulmaya çalışmasından kaynaklanır. Problemin “daha çok insan öldürmek” olması ile ilgilenmez, aslında etik anlamda da düşünmez, tek derdi problemi daha iyi çözmektir. Makas şeklindeki kılıç tasarımının ustalar tarafından şeytan işi olarak korkunç şekilde tanımlanması ve Yâfes Çelebi’den nefret etmelerinin nedeni de işte bu etik düşüncedir. Tıpkı misket bombasının kullanılmasının savaş suçu olması gibi. Özetle insan öldürmekle değil, problem çözmekle uğraşır. Nitekim yaptıklarının hayatlara malolacağını içsel bir biçimde farkettiği an sadece yapabildiği için yarattığı canavarın bir ölüm makinası olduğunu anladığı an tövbe eder. Bu kararını da yaşamın kıymetini anladığı an vermiştir. Elindeki tüm bilgiyi yokeder, bu sayede bu ilmin kullanılmasına son vermek ister. Oysa Calud, Hiyel ilminin yokolmasını istemez, çünkü başka planları vardır.

Calud hem bedenen, hem de ruhen erkekliği tanımlayan ne varsa hepsinin en uç örneklerini bünyesinde barındırır. Dev bir vücuda, devasa bir penise, tam bir iradeye ve güce sahiptir. Yukarıda bahsettiğimiz masum çocuk ise Calud’de bulunmaz. Hatta Calud bu çocuktan nefret eder. Her fırsatta onu acımasızca döver, çünkü Calud insanın “erkek” tarafıdır, vicdanı yoktur, yoketmek ister. Normal bir insan erkeğinin XY kromozomuna sahip olduğunu düşünürsek Calud YY kromozomuna sahiptir. Bu sebeple doğurtkan da değildir, onlarca karısından hiçbirini dölleyemez, doğan çocuklar da ölü doğar. Calud Nietzsche’nin “Erkek eğer söylenebilirse doğurgan olmayan hayvandır” tanımının üzerinde, erkeklik-kadınlık skalasının en ucundadır. Ustasının aksine Calud’un derdi problemin en iyi çözümünü bulmak değildir. O, yoketmekle ilgilenir. Nitekim hesapları yapmakla kendisi uğraşmaz, esir ettiği insanlara yaptırır. Calud sonunda varedeceği canavarla ilgilenir. Bu canavar onun hayalinde yaşar. Yokedici canavar Calud için kendi varlığından daha önemlidir, kendi yaşam süresi içinde hayata geçemeyecek olan bu fikrin, kendisi yokolduğunda varolabilmesi için Hiyel ilmini öğreteceği bir çırağa ihtiyacı vardır. Onun zihnini dölleyecek ve varlık amacına ulaşacaktır. Calud’un kısırlığı, aynı zamanda penisini kaybetmesi ile de hikayede pekiştirilmiştir.

Zihni Calud tarafından döllenen ve diğer her yönden kısırlaştırılan, bu hayali doğurmasını engelleyecek herşeyi elinden alınan Üzeyir ne ustası gibi yoketme arzusunu bilir, ne onun ustası gibi problem çözümünü bilir, ne de gebe olduğunu doğurma amacını ve doğduktan sonra neler olacağını bilir. Bu haliyle Üzeyir günümüz eğitim sistemi tarafından yetiştirilen mühendislere benzer. Tek amaçları eğiticileri tarafından döllenen zihinlerinin doğum yapmasını sağlamaktır, doğacak olanın gerçekte ne olduğunu bilmezler, bilmek için çaba sarfedemeyecekleri şekilde de kısırlaştırılmışlardır. Üzeyir nihayetinde doğum yapar, ancak doğurduğu öylesine güçlüdür ki kendi kendini doğumu anında yokeder, kendine ait ne varsa da Üzeyirin zihniyle birlikte tek bir noktaya dönüşür. Yani Calud’un yaratmaya çalıştığı aslında tanımı gereği varolamayacak olandır, Calud yoketmenin kendisini yaratmaya çalışmıştır. Böylesine bir güç ve yoketme arzusu, kendi varlığına bile tahammül edemez ve varolduğu anda yokolur.

Kitapta adı geçen iktidar taşı kavramının hayli felsefik olduğunu ve bir felsefe birikimi olmadan açıklanmaya çalışılamayacağını düşünüyorum. Nitekim bu taşın bir varolup bir yokolması ve hikayenin belli bölümlerinde ortaya çıkması pek de kolay açıklanacağa benzemiyor.