Kitap, Yaşar Kemal’in diğer eserlerinde de kullandığı üslupla, yani halk ağzıyla yazılmıştır. Böylelikle yazar, hikayenin hangi tarafında olduğunu okuyucuya belli ediyor. Bu yanlı yaklaşımı nedeniyle kitabın, hikayesini anlattığı devlete başkaldıran efenin bir biyografisi olduğunu söyleyemeyiz. Kitap gerçek bir karakterin taraflı anlatımıdır. Hatta kitabın bir bölümünde yazarın Ahmed Midhat Efendi vari bir şekilde birden araya girerek okuyucuyla direk temas kurduğunu bile görebiliyoruz.

Çakırcalı Mehmet Efe’nin hayat hikayesini diğer kaynaklardan incelediğimizde, Yaşar Kemal’in kitabında geçen hikayeyle birebir örtüştüğünü görebiliriz. Ancak adı geçen kahramanlar arasındaki diyalogların Yaşar Kemal’e ait olduğunu söylemek zor değil. Zira anlattığı olaylar kitabı yazmaya başlamadan doksan ila elli yıl öncesinde gerçekleştiğinden ve yazarın önsözde de belirttiği üzere hikayeyi birinci ağızlardan dinleme fırsatını asla yakalayamadığından, yazılanların gerçekle alakalı olup olmadığı bir muammadır. Elbette modern Türk Edebiyatında belli bir duruşu olan bir yazarın kendi ideolojisini kullanarak ve inançları çerçevesinde kitabı yazmasında bir sakınca yoktur, ancak gerçek hayatta varolmuş bir kişinin hikayesinin anlatıldığı bir kitapta kullanılan diyalogların önemi çok büyüktür. Doğru ya da yanlış kavramlarının göreceliliği de düşünüldüğünde, eşkıyalık gibi anarşist bir yaklaşımı, belli bir ideoloji çerçevesinde anlatırsanız, bir halk kahramanı yaratabilirsiniz.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine denk gelen hikaye Çakırcalı Ahmet Efe’nin Hasan Çavuş adında bir asker tarafından kancıklanarak (ihanete uğratmak anlamına gelen yöresel bir deyim) öldürülmesiyle başlar. Babasının suçsuz ve haksız yere arkadaşı bildiği, güvendiği biri tarafından öldürülmesi ve annesinin babasının öldürülmesini “Osmanlı (devlet lafı geçmez kitapta) ‘nın ipiyle kuyuya inilmez, Osmanlıya güven olmaz” şeklinde yorumlaması neticesinde Çakırcalı Efe intikam ateşiyle büyür ve yaşı geldiğinde, aslında hiç istemediği halde Efeliğe adım atar, dağa çıkar. Diğerlerinden farklı olarak her ne hikmetse Çakırcalı Efe asla ihanet etmez, kendisine güvenen insanları hayal kırıklığına uğratmaz, kimsenin namusuna el sürmez. Burada okuyucunun aklına şu soru gelmelidir; ömrü boyunca binin üzerinde insanı öldüren, vahşi yöntemleri olan, haraç alan, ev basan, adam kaçıran, otoriteyle sürekli olarak çatışma halinde olan bir adamın yaptıklarını meşru kılabilir mi bütün bunlar? Düzenin olmadığı bir yerde hem polis, hem asker, hem yargıç, hem de infazcı görevi gören birinin yargısına ne kadar güvenilebilinir, neye inanıyor olursa olsun, ne kadar hak yemezse yemesin bu bir çeşit Tanrı Kompleksi değil midir? Hikayesi anlatılarak yüceltilmeye çalışılan, bir halk kahramanlık destanına dönüştürülen bu olaylar gerçekte neyi anlatmaktadır bize? İşte böyle bir halet-i ruhiyeyle okunan kitap Çakırcalı Efe’nin Osmanlı Devletiyle, diğer çetelerle, ağalarla beylerle giriştiği kavgayı anlatır bize. Efe bir kez dağa çıktıktan sonra onun için artık geri dönüşün olmayacağını hikayenin diğer baş kahramanı Hacı anlatmıştır kendisine. Benzer kahramanlık hikayelerinde olduğu gibi, ana karakteri beslemek, aralarında geçen diyaloglarla okuyucuyu olan bitenden haberdar etmek üzere Hacı Eşkıya karakteri hikayenin sonuna kadar Çakırcalıyla birlikte olmuştur. Başlangıçta birlikte dağa çıkarlar, Hacı eski bir eşkıya olarak Çakırcalı’ ya hocalık eder. Onun piştiğini düşündüğü an kişisel intikamını almak için Çakırcalı’dan yardım ister. Hacı yaşlıdır, böyle bir işin üstesinden tek başına gelemez, ama Mehmet çakı gibi delikanlıdır, elinden uçan da kaçan da kurtulamaz. Hasılı, Hacı, Çakırcalı’ dan kendisini kapısındaki tutma için terk eden eski karısını bulup öldürmesini ister. Çakırcalı denileni yapar, hiç iz bırakmamasına rağmen Ahmet Efe’yi öldüren Hasan Çavuş tarafından tutuklanır. Kitapta Hasan Çavuş’tan hiç iyi bahsedilmez, bu adam bir şekilde Devleti çağrıştırır aynı zamanda. Zalimdir, haindir. Katilleri yakalayıp cezaevine göndermesi bile yanlı bir şekilde anlatılır, sanki bir suç işlemiştir. Karakterlerin bu kadar siyah ve beyazdan oluşması hikayenin inandırıcılığını kaybetmesine yol açmıştır, keza ilerleyen bölümlerde karşılaşılan tüm karakterler ya iyi ya kötüdür. Cezaevine giren ikili, orada da namlarını yürütür ve onlar daha içerideyken Osmanlıya, bu adamların çıkınca eşkıya olacağı önceden bildirilir. Çakırcalı ve Hacı mahpustan çıktıktan sonra Hasan Çavuş’un elinden kurtulmak için dağa çıkarlar. Zira Hasan Çavuş çeşitli suçları onların üzerine yıkarak ikisini de tekrar cezaevine gönderme peşindedir. İşte bu nedenlerle dağa çıktığı anlatılan Efe’nin aslında bunu seçmediğini, sakin bir hayat yaşama arzusunun ne denli büyük olduğu da anlatılarak pekiştirilmeye çalışılır. O dönemde Devlet’in zayıflığının da katkısıyla kontrol devlet görevlilerinin elinden çıkmış ve eşkıyalar, efeler, efeleri kontrol eden ağaların eline geçmiştir. Bu ahval-i şerait dahilinde eşkıya olmanın çok da zor olmayacağı aşikardır. Nitekim kanunun hükmedemediği, düzenin olmadığı yerde anarşi başlar. Çakırcalı’nın diğerlerinden farkıysa yaptığı soygunlardan elde ettiği geliri fakir fukarayla paylaşması, kimsenin hakkını yememesi, kimsenin namusuna el sürmemesidir. Tabi bir evi basıp içinde yaşayanları kaçırmak, elinde avucunda ne varsa almak ne kadar hak yememek sayılırsa. Çakırcalı ilk soygununu gerçekleştirir, bunu da ihtiyaca binaen yapar. Çünkü parada pulda gözü yoktur, adalet peşindedir. İhtiyacı vardır çünkü eşkıyalık cephane, katık, yandaş ve güç gerektirir. Çakırcalı’nın soygun yapmasındaki bir diğer temel nedense halkın desteğini arkasına almaktır. İlk soygunlarını gerçekleştirdikten sonra paranın bir bölümünü kendilerine ayırır ve kalanını bir köyün gençlerinin evlenmeleri için harcamaları üzere halka dağıtır. Halkın desteğini almak bir yana, Çakırcalı efsane olma peşindedir. Çünkü bilir ki namı ne kadar yürürse, halk onu birbirine ne kadar anlatırsa o kadar güçlü olacaktır. O güne kadar abdest ve namazla hiç alakası olmayan Çakırcalı parayı dağıttıktan sonra ikindi namazının kazasını kılar. Böylece halk arasındaki itibarı bir kat daha artmıştır. Çakırcalı gerçekten de üne çok önem verir. Zeki bir adamdır, siyaset yapar. Hasan Çavuş’u çok önce öldürebilecekken onun halka zulmetmesine göz yumar, yumar ki gün gelip onu öldürünce, elinden illallah eden halk onu daha bir bağrına bassın. Burada Çakırcalı’nın samimiyeti hakkında şüpheye düşmeye başlarız. Hakkaniyetle adalet peşinde koşan bir savaşçının gösteriş için yapmıyor olmasını bekleriz yaptıklarını. Oysa kitabın sonuna kadar benzer olaylar olmaya devam eder. Gün gelir Hasan Çavuş’un icabına bakmaya karar verir Efe, misafiri olduğu ağanın evine davet ettirir onu. Hasan çavuş’ un Efenin de orada kaldığından haberi yoktur. Ertesi gün evi terk eder Efe, ev sahibine de Hasan Çavuş’a yerini söylemesini tembihler. Efelik kuralı budur. Efe mekanını seçer, hasmına yerini bildirir, hasmı gelince kurulan pusuya düşer ve oracıkta katledilir. Üstelik bu o kadar erkekliğe vurulmuştur ki, gitmeyen adamın itibarı kalmaz. Yine başka bir çelişkiyle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Efelikten, delikanlılıktan bahsedilen, kahramanlık destanının anlatıldığı bir hikayenin kahramanı tüm hasımlarını pusuya düşürerek öldürür. Oysa olayın planlanışında herhangi bir erdem yoktur. Hasmınla yüz yüze, eşit şartlarda kapışmak yerine, onu pusuya düşürmek ne kadar erdemli bir davranıştır? Mühim olan hayatta kalmak mıdır, yoksa halka örnek olmak mıdır? İşte yine Efe’nin efeliği hakkında bir kez daha düşünmeye zorlanır okuyucu. Aslında yazar bunun olmasını hiç de istemez. Kural budur der geçer. Hasan Çavuş bertaraf edilir ve çeteye yeni elemanlar katılır. Artık babasının intikamını alan ve en önemli hasmını ezip geçen Efe’yi yeni görevler bekler. Bunlardan en önemlisi dağlardaki diğer çetelerin işlerini bitirmek ve dağlara tek başına hükmetmektir. Şu halde Çakırcalı müfreze ile kapışmak istemez. Çünkü iyi biliyordur ki birgün bir kör kurşun işini bitirebilir. Çakırcalı için bir siyaset adamı demek hiç de yanlış olmaz. Çünkü kendisine bir strateji belirler, gerekli hedefler koyar ve sırasıyla bunları gerçekleştirir. Her şeyi de en ince detayına kadar düşünür ve hesaplar. Arkasını sağlama almadıkça hiçbir işe bulaşmaz, risk almaz. Zaten bu kadar uzun süre yaşayabilmiş ve hükmedebilmiş olmasının yegane sebebi de budur. Çakırcalı’ nın yeni hedefi Posluoğlu adında bir efeyi bertaraf etmektir. Sonra bakar ki bu Posluoğlu pek bir yiğit delikanlı, o zaman onu kızanı olmaya davet eder. Posluoğlu kabul eder. Aynı gece Çakırcalı Posluoğlunu öldürür. İşin en ironik tarafı, yazarın, Çakırcalı’ nın böyle yiğit insanları (o öyle söyler) öldürdükten sonra duyduğu vicdan azabını meşrulaştırıcı bir dille anlatarak, okuyucuyu yönlendirmesidir. Çakırcalı kendini kurtarır, eşeğini sağlam kazığa bağlar, tehlikeli olan insanları inançları ne olursa olsun gözünü kırpmadan öldürüverir ve öldürdükten sonra vicdan azabı duyar. İşte burada anlarız ki anarşi güvenilmezdir. Güce hükmeden her kimse, sizinle aynı fikirde de olsa sizin için her an tehlike arz etmektedir. Arkanızdan sizin için düşündükleri artık hiçbir şey ifade etmez. Sanırım Posluoğlu için Çakırcalı’nın da Hacı’ya “keşke o beni vuraydı” demesi de bir şey ifade etmemiştir.

Kitabın sekizinci bölümünün başlangıcı bize durumu özetliyor.

“Çakırcalı zengin soyuyordu. Fabrika yakıyordu. Önüne geleni öldürüyordu. Artık Hükümet ortadan silinmiş gibiydi. Dövüşü, kavgası olan, zulüm gören, yoksulluğa düşen, kız kaçıran hükümete değil Çakırcalı’ya geliyordu. Çakırcalı bir mahkeme, Çakırcalı bir maliye, Çakırcalı doktor, Çakırcalı ilaçtı.

O zamanın İzmir Valisi Kamil Paşa idi. Kamil Paşa işini bilir bir devlet adamı idi. Çakırcalının bu halini, hükümetin ortadan kalkmasını görüyor, üzülüyordu. En değerli adamlarını Çakırcalı üstüne takipçi gönderiyor, onlar ya Çakırcalıyla hiç karşılaşmıyor, karşılaşsalar da bu karşılaşma Çakırcalının isteğiyle oluyordu. Karşılaşmayı da Çakırcalı hazırlayınca tabii ki ona göre hazırlanıyor, hükümet kuvvetlerine her zaman galip geliyor, onları perişan ediyordu. 

Türlü dalaveralar dönüyordu. Binbir türlü rivayet ve iddialar dolaşıyordu. Kamil Paşanın oğlu Sait Paşayla Çakırcalının ilgisi olduğu, Çakırcalıdan para aldığı söyleniyordu. Çakırcalıyla Sait Paşa ne yoldan tanışmış birlik kurmuşlar, bu da ileri sürülüyordu. O zamanlar İzmir’de Vitol adında bir İngiliz ailesi vardı. Bu Vitol ailesi Türkiye’ye ilk yabancı sermayeyi sokanlardandır. Bu aile türlü işleri yanında bir sümbül soğanı ticareti yapıyordu. Soğanlar dağlardan toplanıyordu, bu yüzden vitollerin adamları dağları geziyordu. Bazılarına göre Vitollerle Çakırcalının münasebeti bu yolla başlamıştı.

O devrin gerçeklerinden birisi de Çakırcalının Avrupada, daha çok Londrada tanınmasıdır. Londra gazeteleri, avam kamarası Çakırcalıyla ilgileniyor, gazeteler maceralarını yazıyordu. Bu yön, Osmanlının son devirleri için olağanüstü bir olay sayılmalıdır. İzmir'de Çakırcalı'nın adamı Vitoller, sonra Londra gazeteleri Türkiye'deki bir eşkıyaya bu kadar özen göstersinler! Bu aydınlanmaya, üzerinde durulmaya değer bir olaydır. Tarihçilerimiz bunu, o zamanki İngiliz yayılma, Osmanlı İmparatorluğunu belki parçalama politikasına bağlayabilirler. Çakırcalı, ya bizim bildiğimiz gibi bir eşkıya, ya da İngiliz İmparatorluğunun yardımını gören bir alettir. Bu da Anadolu'daki eşkıyalık, Ege'deki efelik tarihi üzerine çok ilgi çekici bir inceleme. Anadoludaki bütün eşkıyalar ya halkın, ya eşrafın, ya da hükümet adamlarının yüzde yüz adamı olmayabilirler. Bunlara dışarıdan da etkiler olabilir.”

Bu yazılanlar Yaşar Kemal’in hikayenin ortasında okuyucuya kendi görüşünü anlattığı bir bölümdür. Edebi açıdan son derece sakıncalı bu davranışın böylesine usta bir yazar tarafından yapılmış olması altında başka sebepler aramamıza neden olur. Buraya kadar anlatılanlar okuyucuya yetmemektedir mi de, yazar devreye girip bir de kendi görüşünü anlatır. İşin ilginç tarafı, Kemal’in bunu yaparken son derece objektif gözüküyor olması. Bakalım gerçekten de öyle mi. “zengin soyuyordu, fabrika yakıyordu. Önüne geleni öldürüyordu”. Zengin soyması, Robin Hoodvari bir biçimde beyinlerimize kazınmış bazı fenomenlerden dolayı bize hoş bir davranışmış gibi gözüküyor olabilir. Ancak hakkıyla çalışarak para kazanan insanların ayırt edilmediği böyle bir ortamda gerçekten adaletten bahsetmek mümkün müdür? Yaşananlar masal değil gerçektir. Sistem bir masaldaki gibi idealize edilemez. Dolayısıyla elbette bileğinin hakkıyla para kazanan insanların mevcudiyetinden şüphe edilemez. Zengin insanların hepsi bunu diğerlerinin ceplerine elini sokarak mı gerçekleştirmiştir? Tabii ki hayır. Öyleyse, zengin soyma fikrinin meşru bir davranış olduğunu söylemek mümkün değil. Gelelim fabrika yakmaya. Nasıl bir zihniyet halkının iyiliği için üretim yapan bir tesisi yok etmek isteyebilir? Bu konuya kitapta niçin hiç değinilmemiş, Efenin yaptığı haksız işler niçin objektif bir biçimde dile getirilmemiştir? Art niyet aramamak mümkün değil. Peki önüne geleni öldürmek ne demek? Kim kendinde böyle bir hak görebilir. Doğrusu, insanların canlarına böylesine eziyet eden kanlı bir katilin hikayesi nasıl olur da bir halk destanına dönüştürülmeye çalışınır? Kitabın ön sözünde Yaşar Kemal, gelecek nesillerin Çakırcalı Efe hakkında daha fazla araştırma yapması gerektiğini belirtilmiştir. Peki Kemal gerçekten böyle bir adamın kahramanlığına, adaletine yürekten inanıyor olabilir mi?

Bölümün başlangıcında anlatılanlardan bir kısmı da Sait Paşanın oğlu Kamil Paşa ile Çakırcalı arasındaki muhabbet. Devlete karşı ayaklanan, başkaldıran, kendini hem hakim, hem polis, hem cellad ilan eden bir adamın asıl derdi halkın iyiliği midir, yoksa kişisel çıkarları mı? Madem devletle ters düştün, bırak ters düşmeyi hasım edinip karşına aldın, öyleyse devletle hala bir çeşit işbirliği içinde bulunmak niye? Bırakın Kamil Paşa ile ahbaplığını, Çakırcalının İngiliz Vitol ailesi ile olan ilişkilerinden, Londra’daki gazetelerde maceralarının yazılıp bir kahraman gibi bahsedildiği anlatılıyor. Olanlar gerçekten şaka gibi. Oysa kitapta bu bahis yalnızca bir tek sefer geçiyor ve üzerine hiç gidilmemiş. Arkasında bu kadar güç olan bir adamın, halkın bağrından kopmuş bir özgürlük savaşçısı olduğuna inanmak mümkün değil. Çakırcalı hakkındaki bu kadar anlatımdan sonra yazara birinin çıkıp Çakırcalı’nın İngilizlerle olan muhabbeti sorulduğunda “ben kitapta onun bir İngiliz aleti olabileceğinden de bahsetmiştim” cevabını almak işten bile değil. Koca bir kitap yazıp, bütün kitap boyunca ideolojinizi besleyecek şeyler anlatın, sonra da arada biryere “ben demiştim” diyebileceğiniz açık bir kapı bırakın. Bu kabul edilemez.

Bu bölümün devamında devletin başa çıkamadığı Çakırcalı’nın, o günlerde yaygın bir uygulama olan af ile yüze indiğinden bahsediliyor. Çakırcalının yüze inişi ise bize onun aslında bu işlerden ne kadar uzak kalma isteğini anlatıyor. Peki Çakırcalı nasıl yüze iniyor? Devletle anlaşan Çakırcalı, yine kendini o kadar sağmala alıyor ki kendine bir zarar gelmesini kökünden engelliyor. Bulunduğu köyde bir tek devlet memurunun bulunmasına bile müsaade etmiyor. Köyünde yaşanacak herhangi bir tatsız olayın faillerini, devlet görevlilerinin gelip almasına bile izin verilmiyor. Bundan tamamen kendisi sorumlu olmak istiyor. Yüze indikten sonra atış talimlerine de devam ediyor bir yandan ki, olur da gene dağa çıkması gerekirse hamlamasın. Çünkü Çakırcalı çok iyi biliyor ki iyi nişan alamayan efe, ölü efe demektir. Yüze indikten sonra herkesin her sorununu o çözmeye başlıyor, fakat bu durum ne hükümetin ne de zengin sınıfının hoşuna gitmiyor. Çakırcalıyı ortadan kaldırmak için ona hasım olan başka bir efe, Çamlıcalı Hüseyin kışkırtılıyor ve üzerine salınıyor. Efeliğin adetinden (!) Çamlıcalı, Çakırcalı’nın kızkardeşini ve oğlunu öldürdükten sonra efeye haber salıyor ve yerini bildirerek erkekse gelsin diyor. Durumun vehametinden korkan Hacı ne yapsa da Çakırcalıya engel olamıyor ve Efe “kızanlar hazırlansın” emrini veriyor. Kitapta bu olaydan Çakırcalının ilk kez hissiyatıyla hareket ettiği şeklinde bahsediliyor. Çünkü olay aslında çok açık, Çamlıcalı, Çakırcalı’yı üzerine çekip pusuya düşürecek ve çetesiyle birlikte onu ortadan kaldıracak. Bir yandan müfrezenin desteğini alan Çakırcalı Çamlıcalının peşine düşüyor ve Çamlıcanın hakkından gelmeyi (ilk seferinde olmasa da) biliyor. Çakırcalının tekrar dağa çıkması üzerine Osmanlı onu yok etmesi için ordunun gözbebeği Kara Sait Paşayı görevlendiriyor. Kara Sait Paşa, genç yetenekli ve başarılı bir komutan olarak Çakırcalı’ya artık yok gözüyle bakıyor. Çakırcalı ise onunla karşılaşmaktan çekiniyor. Ne de olsa bir avuç eşkıya, bir tümenle baş edemez. Müfrezenin dağdaki hareket kabiliyeti, Çakırcalının meskeni olan dağlarda yapabilecekleri yanında çok komik kalıyor. Ne kadar sayıca kalabalık da olsalar Çakırcalıyla karşılaşmak, hele de pusuya düşmek onlara ağır zaiyata mal olacaktır. Bunu bilen Çakırcalı pusu kurmaya karar veiyor. O güne kadar devletle karşılaşmaktan kaçınan Çakırcalının bunu yapmasının aslında tek sebebi var, hayat kalmak. Çünkü Çakırcalı biliyordu ki eğer o Kara Sait Paşanın hakkından gelmezse, Kara Sait Paşa onun hakkından gelecek. Pusu kuruluyor, müfreze çetenin bulundukları kayalıkların dibinden geçmeye başlıyor. Kara Sait Paşa, Çakırcalının namlusunun ucundan iki kez geçiyor ama Çakırcalı ateş etmiyor. Hatta Kara Sait Paşa bu durumu daha sonra Çakırcalının yazdığı bir mektupla öğrenip küplere biniyor. Çakırcalı o gün tetiği çekmiyor, çekemiyor. Bunu daha sonra “kıyamadım” şeklinde açıklasa da, bin kişiyi soğukkanlılıkla öldüren bir adamın bunu söyleyerek inandırıcılığını yitirdiği aşikar. Nitekim Çakırcalı, böyle bir mevkideki kumandanı öldürerek başına daha sonradan çok daha büyük işler geleceğini hesap edebilecek kadar zeki biri. Kara Sait Paşa bu olaydan sonra çok kereler Çakırcalının peşine düşüyor, ancak Çakırcalı onunla karşılaşmak istemediğinden bu mümkün olmuyor. Uzun zaman sonra Kara Sait Paşa yenilgiyi kabul ederek takip kumandanlığından istifa ediyor.

Kitabın onbirinci bölümünde genel olarak Çakırcalı’nın aşık olduğu, karısını bu duruma razı ettiği, yeniden yüze inme hazırlıkları yaptığı anlatılmakta. Bu esnada Kamil Paşanın başka çaresi kalmadığı için Çakırcalıya yeni bir af çıkarmadan evvel son bir çare olarak, daha önceden birçok çeteyi bertaraf etmiş Arabaki Ağayı, Çakırcalıyı öldürmek üzere görevlendirmek istiyor. Arabaki Ağa bu duruma razı olmuyor ve Çakırcalı olaydan haberdar olunca Arabaki Ağayı mekanına davet ederek onunla dostluk kuruyor. Başka çaresi kalmayan Kamil Paşa ise Çakırcalıyı düze inmeye, onun tüm şartlarını kabul ederek razı ediyor ve Çakırcalı yeniden düze iniyor. Daha sonraki bölümdeyse Çakırcalının aşık olduğu kadından ve aşık olduğu için girdiği bunalımdan bahsediliyor. Ancak kızın babası evlenmelerine razı olmuyor, olmadık işler açıyor Çakırcalının başına. Çakırcalı ne kadar zor kullansa da kimsenin namusuna ilişmediğinden babasının rızası olmaksızın kızı elinden çekip alabileceği halde almıyor, bu durum onu daha derin bir bunalıma sürüklüyor. Neticede Iraz (raziye) hatun(Çakırcalı Efenin karısı) kızın babasını tehdit ederek kızı vermeye mecbur ediyor ve Çakırcalı, Fatma adındaki bu kızla evlenerek ikinci evliliğini gerçekleştirmiş oluyor. Ardından düzde yeni karısı ve ondan olan çocuğuyla mutlu vakitler geçiren Çakırcalı’nın bu saadeti çok uzun sürmüyor. Çünkü devlet tüm efelerin silahlarını teslim etmeleri gerektiğini bildiriyor. Çakırcalı silahı olmadan varolamayacağını bildiğinden duruma karşı çıkıyor. Bu esnada Kara Sait Paşa yeniden göreve geliyor ve birçok çetenin silalarını teslim etmesinden de güç alarak Çakırcalının üzerine gitmeye başlıyor. Çakırcalı ise ona şu mektubu yazıyor.

“Erkek olan silahını vermez, gelir alırsın”

Çakırcalı Memed

Bunun ardından Çakırcalı tekrar dağa çıkıyor, üstelik eskisinden de kuvvetli olarak. Kara Sait Paşa’nın halka ettiği zulüm ise yine Çakırcalının işine geliyor, halkın desteğini daha bir arkasına alıyor. Yeni yerleştiği mekan ise kendisine ciddi bir üstünlük sağladığından strateji değiştirip Kara Sait Paşa’yı perişan etmeye karar veriyor. Yeni kurduğu çeteleri Kara Sait Paşa’nın üzerine salarak hem onun aklını karıştırıyor, hem de kendini tehlikeye atmıyor. Sait Paşa her seferinde başka bir çeteyle çatışmaya girip onları bertaraf ediyor ve İzmir’e belki onu aşkın kere Çakırcalı’yı öldürdüğünü bildiren telgraflar çekiyor. Bu da onun namına leke sürüyor. Çakırcalı’nın korkak olduğunu, kendisi ile çarpışamayacağını söyleyen Sait Paşa’ya ders vermek isteyen Çakırcalı onunla karşılaşsa da yaptığının delilik olduğunu anlayıpçatışmadan kaçıp kurtuluyor, böylece Kara Sait Paşa’yı zıvanadan çıkarmış oluyor.

Kitabın ondokuzuncu bölümünde yazar geçmişten bazı olayları anlatarak Çakırcalının ne kadar mert bir adam olduğundan dem vuruyor, üstelik bir sonraki bölümde anlatacağı olayları bağlıyor. Bu da yine kitabın akıcılığına ket vuran bir kullanım şekli. Oysa yazar, kitabın en başında olanları sırasıyla anlatabilir ve yeri geldiğinde geçmiş bir hikayeden bahsetmeden hikayesine kaldığı yerden devam edebilirdi. Yirminci bölümde ise, Çakırcalıyla baş edemeyen hükümetin Sait Paşadan ümidi kestikten sonra yeni bir af çıkarmak zorunda kalışından ve Çakırcalının bu seferki şartlarının öncekilerden çok daha ağır olduğundan bahsediliyor. Yeniden yüze inen Çakırcalı, yine şartları çiğneyen Osmanlı yüzünden dağa çıkmak zorunda kalıyor. Yazar bu durumu bize şöyle anlatıyor:

“Çakırcalı yorulmuştu. Bir insan bir işi severek yaparsa, iş ne kadar zor olursa olsun, o kadar koymaz. Halbuki Çakırcalı eşkıyalığı, adam öldürmeyi sevmiyordu. Adam öldürmek, soymak, eşkıyalık yapmak zorunda bırakılmıştı. Demek ki öldürdüğü, soyduğu insanlardan sorumlu değildi. Kendisini eşkıyalığa zorlayan kuvvetti. Bu neydi? Padişah mı, millet miydi? Suç onların. Birinden birine yükleyemiyordu suçu ama, bildiği şey kendisi hiç mi hiç suçlu değildi. Yüreği temizdi, yedi yaşında bir çocuğun yüreği gibi. Kime kıymıştı şimdiye kadar? Hasan Çavuşa, kendi adını kullanarak halka zulmedenlere, Padişahın adamları olan çerkeslere, Arnavutlara, yedi mecidiye için zaptiyeye yazılıp kendisini öldürmek için arkasına düşenlere kıymıştı. Haksız mıydı? Ve Çakırcalı düşünüyordu. Yerden göğe kadar hakkı vardı. Artık bundan böyle bütün bunlara son verecekti. İnşallah bir uygunsuzluk çıkmazdı.

……………..

Çakırcalı sıkışıyordu. Şimdiye kadar sıkışmadığı şekilde. Dağa çıktı çıkalı böyledi başına gelmemişti. Ama o da bütün imkanlarını, bütün zekasını kullanıyor, açık vermiyordu. Ve boyuna öldürüyordu. Bir hiç için. Yan bastın ‘tak’, sağa gittin ‘tak’, sola gittin ‘tak’. Ve kendini haklı buluyordu. Ne istemişti Rüstem Bey ondan? Ne istemişti hükümet? Bütün ölenlerin günahı vebali varsa, hükümetin boynuna…..” 

Bin kişiyi öldürdükten sonra, üstelik sağa bastın “tak”, sola bastın “tak” şeklinde bunu yaptıktan sonra nasıl olurda kalbinin yedi yaşındaki bir çocuk kadar saf kalabildiğinden bahsedilebilir? Böylesine entrika dolu bir ortamda eşkıyalık yapan, kendini her mevkinin üzerinde gören bir adamın suçlarının meşrulaştırılmaya çalışılması kadar abes bir şey yoktur.

Kitabın yirmibirinci bölümünde müfrezelerin Çakırcalının ailesini kaçırıp Ödemiş’te hapsettikleri, silah arkadaşı Kara Ali Efeyi düze indiği halde tutuklayıp yargılamaya götürdüğünden, böylece Çakırcalı’nın ne kadar zorda kaldığından, ancak bu işten de zekasını kullanarak nasıl kurtulduğundan bahsediliyor. Birkaç soygun yapıp, tüm sıkıştırmalarına rağmen sırra kadem bastığından ve ganimet topladığından da. Ha, bir de haksızları öldürmediğinden, yalnızca zalimi, Çerkes’i ve Arnavut’u öldürdüğünden bahsediliyor. Zaten Çerkes ve Arnavut sarayın adamları ve onun ezeli düşmenları olduğundan ölmeyi hak ediyorlarmış gibi. Kitabın sonuna yaklaşılan bu bölümlerde, kıvrak bir şekilde müfrezelerin elinden kurtulup, zaman zaman bazılarıyla çatışmaya gierek onları bertaraf etmesinden bahsediliyor. Tüm bunları yaparken boş durmuyor ve soygunlarına devam ediyor Çakırcalı. Bir yandan da Kara Ali’nin Çakırcalı’nın kendisini kurtarmasını nasıl ümitle beklediği, ancak ipe giden o yolda Çakırcalı’nın onu kurtarmadığı anlatılıyor. Silah arkadaşını kurtarmaması, kabaca, kahpelik olarak nitelendirileceğinden, kitapta Çakırcalı’nın bu durumdan çok geç haberi olduğu, yaralı olduğu ve onun ölümüne nasıl yas tuttuğundan bahsediliyor.

Kitabın son bölümü, Çakırcalıyı öldürdüğünü söyleyen Albay Rüştü Kobaş’ın anılarından bir bölümünden oluşmakta. Bu bölümde, Albay Rüştü Kobaş, uzun uzun Çakırcalıyı nasıl bertaraf ettiklerinden bahsediyor. Kafkas olduklarından dağlarda zorluk çekmediklerini, üç ay boyunca yalnızca hakkında bilgi topladığını, kırkbeş kişilik illegal bir çete oluşturarak devletten daha önce kimseye verilmeyen imtiyazları nasıl aldıklarını, peşine nasıl düşün, sonunda onu nasıl öldürdüklerini tüm detaylarıyla anlatmış. Ancak yazar burada herhangi bir yorum eklemiyor. Üstelik resmi olarak Kobaş’ın Çakırcalıyı öldürdüğünü kabul ettiğine dair bir belge de yok elde. Çakırcalı, kimi rivayetlere göre sağ kolu Hacı Mustafa tarafından kazayla, kimine göre Sinan adındaki bir kızanı tarafından, kimine göre de müfreze komutanı Yüzbaşı Şükrü Bey’in kardeşi Osman tarafından vurularak öldürülür. Çakırcalı’nın ölümüyle sonuçlanan çatışmada görevli Bayındırlı Mülazım Mehmet Efendi, Vali Nazım Paşa’ya, bu durumu belirtir bir de rapor yazar:

Vali Nazım Paşa Hazretlerine,

Şaki – i şerir Çakıcı melhununun naşı maktuludur. Cesetin Çakıcı’ya ait olduğuna dair delil sol kürek kemiği üzerindeki, evvelce Balabanlı köyünde soyunurken gördüğüm badem şeklindeki benidir.

Bu şakiyi yok edene ve başını getirene yönetimce vaat edilen 4000 altına sahip çıkmak isteyen birçok kimse vardır. Çakıcı, serseri bir kurşunla vurulmuştur, bilesiniz. Vurdum diyenlerin iddiası varit değildir. Hatta müfrezelerimiz bu bapda hizmeti sevk etmemişlerdir. Çakıcı’nın başının, ellerinin kesilip alınması, göğüs dersinin yüzülmesi hayli bir zamana tevakkuf edeceğinden ve çete bunlara yapacak kadar müsait zaman bulabilmeleri, müsademenin na ehil ellerde kaldığını gösterir.

Anzavur Ahmet Bey ve Yüzbaşı Tevfik Bey, Alioğlu çiftliğinden kaçtıkları malumaten arz olunur.

İmza:

Bayındırlı Mülazım

Mehmet Efendi

En nihayetinde Efe’nin ölümü aslında işin magazin kısmıdır. Bizi ilgilendirmesi gereken taraf ise, o dönemin şartlarında insanların nasıl başkaldırabildikleri, ne yaparak hayatta kalmaya çalıştıkları, bu çabalarının aslında haklı bir dava olup olmadığını anlamaya çalışmak olmalıdır. İnsanların kahramanlara ihtiyacı olmayacağı bir toplum yaratmaya çalışmaktansa,geçmişte yaşanan boşluklar neticesinde ortaya çıkmış, zorba insanları, günümüzde halk kahramanı yapmaya çalışmak son derece tehlikelidir. Özgürleşme mücadelesinde böyle bir tavra yer bırakılmamalıdır. İktidar sahiplerinin yaptığı yanlışlar devlete yüklenmemelidir. İnsanlar gelip geçer, oysa üzerinde yaşanılan toprak, başka bir yere ait olunamayacağından kutsaldır. Anarşinin hükmettiği bir toplum, diğerlerince hükmedilmeye mahkumdur ve bunun özenilinecek bir yanı yoktur.