Sinemanın belki de en büyük büyüsü izleyicinin birkaç saatliğine kendini kahramanın yerine koyması gibi müthiş bir “kiralama” olayına müsaade etmesidir. Film izlerken filmin kahramanıyla kendimizi özdeşleştiririz, gerçekte olmak isteyip olamadığımız herşeye sahip olan o kahraman vurup kırdıkça kendimizi güçlü hissederiz, elinde kocaman bir silah, son model bir arabanın içinde yanındaki afet ile dünyayı türlü felaketlerden kurtarırken kahramanın zaferlerine ortak oluruz, sanki dünyayı biz kurtarmışız gibi salondan endorfin salgılayan mutlu insanlar olarak ayrılırız. Yani sinema bize güvenli koltuklarımızda otururken harika bir simülasyon imkanı tanır. Sinema, bize ayar veren bir insana cevabı çat diye yapıştıramadığımız, uyumadan önce “keşke şöyle cevap verseydim ne pis oturturdum” diye kendi kendimize söylendiğimiz kaybeden bir hayat yerine, hazırcevap, karizmatik ve kazanan bir karakter olarak yeni dünyalarda fink atma imkanı sağlar. Filmin kahramanı kaybettiğinde bile aslında kazanır, sadece ne kazandığını filmdeki diğer karakterler bilmez, ama biz biliriz; neticede bizim zihnimizde kahraman asla kaybetmez. İşte Luke tüm bu ezberleri bozan bir karakterdir.

Luke alışılagelen karakterlerden çok farklıdır. Onun öne çıkan hiçbir özelliği yoktur, çok güçlü, çok akıllı ya da çok havalı değildir. Bildiğimiz hapise yeni düşen sert kahramanlar gibi özlü sözler söylemez. Yalnızca normal bir insan gibi düşündüğünü dile getirir. Yani bize “herşeye o kadar hakimim ki buradan nasıl kaçacağımı bile şimdiden biliyorum” nanesini yedirmeye çalışmaz, çünkü biz o ana kadar ne kadarını biliyorsak o da o kadarını bilir ve bunu dile getirmekten hiç çekinmez. Yeri geldiğinde yerin dibine girecek hatalar yapabilir ya da adamakıllı dayak yiyebilir. Plan yapmaz Luke, sadece yaşar, hayatını tıpkı senin benim gibi sürdürür. İşte bu yalınlığıyla Luke o anda salondakilerden hiç farklı değildir ve bize bunu net bir şekilde itiraf eder, adeta “lütfen bana anlam yüklemeyin, sahip olmadığım melekelere sahipmişim gibi davranmayın” der. Oysa biz her seferinde ona anlam yüklemeye çalışırız, ona üstün vasıflar yakıştırmak isteriz, tıpkı Luke’un hapisane arkadaşları gibi. Onlar da her fırsatta Luke’un şansı yaver gittiğinde onun bunu önceden planladığına inanmak isterler, tezahürat ederler, hep kazanacağına inanmak isterler. Oysa Luke her seferinde bunu önceden planlamadığını, sadece yapmak istediği için yaptığını söyler. Peki niye yapar tüm bunları? Neden 50 yumurta yiyebileceğini iddia eder, neden kazanmasına imkan olmayan bir boks maçı yapmayı kabul eder ya da tüm arkadaşlarını yol çalışması esnasında hızlı çalışmaya ikna edip işi iki saat öncesinden bitirir? İşte film boyunca sorulması gereken en önemli soru budur, zira film bizzatihi bu soruyu sorarak başlar, “Luke neden parkmetrelerin kafasını koparır?”. Luke tüm bunları nedensiz yapar, bir planı olduğu için değil, birşeyler ispatlamak istediği için de değil. Luke herhangi bir insandır ve herhangi bir insan yaşar, yaşarken de birşeyler yapar, bunların sonuçları çok çeşitli olabilir. O, iyi olmasını ümidederek yola çıkar. Gerçek hayatta hayatları hiç de istedikleri gibi gitmeyen insanlar sonunda hiç de istemedikleri yerlere geldiklerinde kendilerine tıpkı Luke’un annesi Arletta gibi sorarlar “Yanlış giden neydi?”. Oysa yanlış giden birşey yoktur, hayat kimi zaman ne kadar çabalasanız da, doğrusunun olması için ne denli uğraşsanız da sizi başında hiç hayal etmediğiniz yerlere getirebilir. Bu noktada kimi suçlayabilirsiniz?

Luke ısrarcıdır. Yeniden ve yeniden dener, çünkü hayata sımsıkı bağlıdır ve yaşamak ister. Her fırsatta yaşamak için çaba sarfeder, her anı yaşamak ister. Hakkı olan yaşamayı kimsenin elinden almasına göz yummaz. O tıpkı küçük bir tohumun imkansız bir çatlaktan içeri girip kendine yaşamak için bir yer yapmaya çabalaması gibi sürekli varolmaya çabalar. Yani Luke aslında yaşamdır, onu kurutmaya çalışsalar, yaksalar, kesseler yine ilk gördüğü gün ışığında yeni bir filiz açar.

Ölüm Luke’a çok yakındır. Her an etrafında gözleri olmayan bir adam olarak dolaşır. Soğuk ve hissizdir. Onunla asla iletişime geçmez, yalnızca arada bir varlığını hatırlatır. Oysa Luke bunun farkındadır ve ölümle dalga geçer. Diğerleri bunu ne kadar yadırgasa da Luke ölümü o kadar da ciddye almaz. Ne zaman ki Luke’u dayaktan ve çalışmaktan yıldırırlar, ne zaman ki onu bir köpeğe çevirirler, işte o zaman bu soğuk adam ilk kez onunla bir tek laf eder. Yani ölüm Luke ile ancak Luke onun köpeği olduğunda iletişime geçer.

Filmde Luke karakterinden ayrı olarak ilerleyen bir hikaye de hayatın insana vadettikleri ve gerçeklerdir. İşçiler yol kenarında çalışırlarken son derece seksi bir kadın hepsinin kendini izlediğini bildiği halde gidip arabasına bir köpük banyosu yaptırır. Elbette hiçbirinin ona ulaşamayacağını bilir, bunu alenen onları çıldırtmak için yapar. Asla elde edemeyeceği kadın hakkındaki fantezilerini akşam koğuşlarına gittiklerinde birbirlerine anlatırlar. İşte bu aslında onları öldüren şeydir. Ümidederler, asla sahip olamayacakları şeylere bir gün ulaşacaklarını hayal ederler. Bu onların içinde bulundukları durumun gerçekliğinden uzaklaştırır. Bu yüzden mahkumlar, mahkum olarak kalmaya devam ederler. Bir de Luke’un Atlanta’dan gönderdiği dergi meselesi vardır ki, uzunca bir müddet yalnızca bu konu konuşulur. Hatta gönderdiği fotoğrafı görmek için gazoz ısmarlayanlar bile olur. Bu adamlar aslında Luke’un yerine kendilerini koyarlar, bir gün kendilerinin de lüks bir barda inanılmaz güzel iki kadınla birlikte eğlenebileceklerine inanırlar. Bu onlara ümit verir ve yine Luke yakalanıp fotoğrafın düzmece olduğunu itiraf ettiğinde tüm ümitleri suya düşer. Çünkü gerçeğin kendisi soğuk ve sarsıcıdır. Oysa fotoğrafın yanındaki sayfada “Öldüren İlüzyon” başlığının yanında Luke’a doğru ateş eden bir adam görülür. Gerçek bu kadar açıkken, insan hala inanmak istediğine inanır.

Luke filmde birkaç sahnede Tanrı ile konuşur. Aslında Tanrı’ya inanmadığını söylemiştir, fakat yine de onunla konuşması içten içe başına gelenlerin bir şekilde sorumlusunun o olduğuna inanmasıdır. Luke bir isyankardır. Final sahnesinde bunu farkeder ve bu sefer kiliseye girip ondan kendisine hayatında ilk kez bir şans vermesini ister. Bunu söyler söylemez de dışarıda iki polis arabası belirir ve birlikte kaçtığı arkadaşı içeri girer. Luke bu durumu görünce kendi kendine “Cevabın bu mu ihtiyar adam” der. İçeriye giren arkadaşı etraflarının sarıldığını ve kaçacak hiçbir yerleri olmadığını, hayatında hiç bu kadar çok silahlı adam görmediğini ve teslim olmaktan başka hiçbir şansları olmadığını söyler. Yani Tanrı sanki kendini kovalayan herkesle işbirliği içinde gibidir. Bu durum bize Baudrillard’ın “Tanrı asla kilisenin dışına çıkmayı başaramadı” sözünü hatırlatır. Çünkü burada mevzubahis Tanrı aslında kilisedir. Çünkü Luke Tanrı ile kilisede konuşur, herhangi bir yerde değil. Ardından Luke kendisi için başka çıkar yol kalmadığını anladığında pencereden dışarıdakilere “Bizim sorunumuz, iletişimsizliktir” der (“what we’ve got here is failure to communicate”). Aslında bu sözü filmde ilk kez hapishane müdüründen, Luke’a ilk kaçma denemesinden sonra yakalanıp diğerlerinin önünde dayak atarken duyarız. Yani bu öyle bir durumdur ki, iki taraf da diğeriyle iletişim kuramadığını itiraf eder. Eğer Luke insansa, hapishane müdürü de toplumsalı temsil eden otoritedir. İnsan için varolan toplumsal ile insan arasında öyle bir iletişimsizlik vardır ki, otorite bir noktada insanın başını ezen bir balyoz olmuştur. Oysa Luke ne toplumsalın koyduğu kurallardan hazeder, ne de bireylerin kendi sosyal ortamlarında kendi kendilerine koyduklarından. Mahkumlar kendi aralarında yer kavgası yaparken onlara “bir sürü kural koyan bir sürü adam görüyorum” der. Oysa yaşamak için bunca kurala lüzum yoktur.

Luke, bize yaşamak için koyduğumuz işte tüm bu kurallar silsilesinin, inanç sistemlerinin, otoritelerin, gerçekte varolmayan ve asla ulaşamayacağımız ilüzyonları gerçekmiş gibi dayatıp zihinlerimizle oynamasının hayatı yaşanmaz kılan yanılgılar olduğunu söyler. Yaşamın kendisi güzeldir, bunu onun o güzel gülümsemesinden biliriz. Gerçeğin tüm soğukluğu, ölümün sarsıcı varlığı ve hayattaki tüm acılara rağmen yaşamak Luke’un gülümsemesi kadar güzeldir. Luke bunu öylesine kabulenmiştir ki ölürken bile gülümser.