Önsöz: Bu metin 22 Ocak 2009 tarihinde yayınlanmış, hatırladığım kadarıyla bundan 2 sene önce yazılmıştı. Aşağıdaki fikirlerin tamamına şu an katılmadığımı belirtiyor ve metne dokunmadan tekrar paylaşmak istiyorum.

Yaşamın ta kendisinin bir sistem anomali olduğunu düşünmüşümdür hep. sanırım sebebi heisenberg’in belirsizlik teorisi. eğer aynı anda bir elektronun konumunu ve hızını bilmek imkansızsa, acaba şu an buraya yazdıklarım bilincimin bir üretimi mi, yoksa elektronlar zaten öyle hareket edecekti de mi bunlar olup bitiyor? soruyu biraz daha genişletmek gerek. Gelin önce belirsizlik teorisinden başlayalım:

Sürtünmesiz bir bilardo masasında iki top düşünün. bu iki top tam esnek çarpışmalar yapabilsin, yani kafa kafaya tokuştuklarında biri enerjisini diğerine tam olarak aktarabilsin. Ayrıca bu toplar birbirlerine ve masanın kenarlarına ancak ve ancak tam açılarla çarpabilsinler. Şimdi ilk topa diğeriyle çarpışacak şekilde vuralım. Topa verdiğimiz ilk hızı da biliyor olalım. Bu koşullar altında basit birkaç denklem sayesinde ikinci topun t’inci saniyede konumunu hesaplamamız mümkündür. Sistemi biraz daha genişletelim ve ortama aynı şartlar altında on top daha ekleyelim. İşimiz şimdi biraz daha zorlaştı, ancak bu yanlızca hesap zorluğundan ibaret, gene n’inci topun t’inci saniyede nerede olacağını bulmakta çok da zorlanmayacağız. Şimdi reel dünyaya taşıyalım örneği ve ortama milyarlarca (hatta sonsuz) top salalım. Başlangıçta koyduğumuz sürtünmesizlikten de vazgeçtikten sonra tam esnek çarpışmayı da bir kenara bırakalım. Ayrıca toplar virgülden sonra sonsuz basamağa sahip olabilen açılarda çarpışabilsinler. Ha bir de düzlemi üç boyutlu hale getirelim. Şimdi sistem durgun haldeyken ilk topa belirli bir hızda vuralım ve n’inci topun t’inci saniyede konumunu ve hızını hesaplamaya çalışalım. İş artık zor olmaktan çok imkansız bir hal aldı değil mi? gerçekten de teorik olarak bunu yapabilmemiz mümkün değil.

Asıl mesele şu, diyelim ki muhteşem bir bilgisayar tasarladık ve evrenin bir bölgesindeki tüm elektronların yerlerini ve konumlarını belirledik (olmayana ergi yapmak zorundayım bunu anlayabilmek için, bunu yapamayacağımızı az önce söyledim), ve diyelim ki bu bölgedeki tüm elektronlar bu bölge dışındaki başka hiçbir kuvvetle etkileşim halinde değil. Şimdi bu bölgedeki elektronların geleceklerinin ne olacağını görmek üzere simülasyonu çalıştıralım ve izlemeye başlayalım. Sizce gerçekte elektronların hareketleriyle simülasyondakilerinki aynı olacak mıdır? sorunun yanıtı bilgisayarın ne kadar güçlü olduğuyla ilgili gözüküyor olabilir ama aslında çok da alakalı değildir. Çünkü bilgisayarın hesap yeteneği ve hızı ne kadar mükemmel olursa olsun bir evrende, o evrenin kurallarının geçerli olduğu durumda tasarlanacak bir bilgisayarın net sonuç vermesi mümkün değildir, çünkü sonsuz işlem kabiliyetine ve hızına sahip olmayan bir bilgisayar yuvarlamalar yapmak zorundadır. Virgülden sonra ne kadar çok basamağı hesaba dahil edebilirse etsin bir yerden sonra yuvarlamak zorundadır. Bu zorunluluk, bir süre sonra gerçek sistemle simülasyon arasındak farkları belirgeinleştirecektir.

Gelelim bilinç meselesine. Şimdi de başka bir simülasyon gerçekleştirelim ve bir kavşak tasarlayalım. Bu kavşak üzerinde hareket eden arabaları ve kullanıcılarını da tasarladıktan sonra sistemi harekete geçirelim ve araçların kavşak üzerindeki hareketlerine bakalım. Simülasyonu ne kadar karmaşık hazırlarsanız hazırlayın, sistem size gerçek hayatta aynı kavşak üzerinde yaşanacak inanılmaz olayları simüle edemez. Yani simülasyon aslında insan bilincinin hesap yapamayacağı kadar karmaşık işlemleri, bizden çok daha hızlı yapmaktan başka bir işe yaramaz. Yani simülasyon en fazla sizin bilinciniz kadar zekidir. tasarlayan kişinin sistemi tasarlarkan aklına asla gelemeyeceği şeyleri sistem düşünemez. Simülasyonu hazırlarken ister genetik algoritma, ister bulanık mantık, isterseniz de nöron ağları kullanın, bu sonucu değiştirmez. Bugün “yapay zeka” tasarımında en çok kullanılan bu üç programlama metodu aslında ne yapmaktadır? gelin bunlardan ikisini inceleyelim.

Nöron ağlarının bir programlama çeşidi olarak kullanım şekli çok genel hatlarıyla insan beyninin nasıl çalıştığını anlamaya çalışan teoremlerin birinin, programlamacılıkta kullanılmasıdır. Bu teorem insanın nasıl öğrendiğini beyindeki nöronların birbirlerine yaklaşmasıyla ve aralarında bağ kurmasıyla açıklar. Bunu bir örnekle açıklamakta fayda var. Diyelim ki amacınız sisteme verdiğiniz bir doğa resminin alan olarak yüzde kaçının dağlardan, yüzde kaçının denizlerden, yüzde kaçının gökyüzü ve bulutlardan vs. oluştuğunu anlamak olsun. Öncelikle nöron denilen ufak kodlar yazar (bu kadarından fazlasını anlatmak gereksiz olacaktır) ve bunları uzaya salarsınız. Ardından sisteme doğa resimleri verir ve birkaç tanesini elle yazılıma gösterir, dağın, denizin, bulutun ne olduğunu yazılıma öğretirsiniz. Bu işlemi yeter defa tekrarladıktan sonra yazılıma verdiğiniz resimlerin alan yüzdelerini büyük bir başarı oranıyla yazılımdan alabilirsiniz.

Şimdi de genetik algoritmayı inceleyelim. Bu programla türünün temel mantığı darwinin evrim teorisine ve doğal seleksiyon teorisine dayanır. Küçük kod parçacıkları verilen problemi en iyi şekilde çözmeye çalışırlar, aralarından en başarılı olanları hayatta kalır, yazılım diğerlerini seleksiyona uğratır. En iyi sonuçların elde edildiği kodlar (ki bunları DNA olarak düşünmekte herhangi bir sakınca yoktur) daha iyisini elde etmek üzere mutasyona uğrarlar ve yazılım en iyi sonucu elde edene kadar bu şekilde çalışmaya devam eder. bu programlama türü, yanıtı henüz bilinmeyen problemlerin çözümünün bulunmaya çalışılmasında kullanılabilinecek ideal yöntem olabilir. konunun iyi anlaşılması açısında bir örnek vermekte fayda var. Problemimiz bir eğri üzerindeki minimum y değerinin bulunması olsun. Gerekli temel kod yazıldıktan sonra yazılım çalıştırılır ve kod parçacıkları eğri üzerinde rastgele noktalara yerleşirler. Kod yazarının belirlediği süre yazılım çalışır ve bu süre içinde eğri üzerinde en iyi noktada olan kodlar hayatta kalırken, kendilerinden daha kötü olduğu tespit edilenler seleksiyona uğrar. En iyi kodlar daha iyi kodlar üretmek üzere mutasyon geçirirler ve bu mutantların da seleksiyon sonucu hayatta kalıp kalmayacakları belirlenir. En sonunda en iyi kod hayatta kalır ve bize bulduğu minimum y değerini verir. Bu yöntem her zaman kesin sonuç veremez, çünkü varolan tüm olasılıkları değerlendirmez. Çözümünün yıllar alacağı problemleri, en yakın değerle bize bildirirler.

Şimdi bakalım yapay zeka olarak adlandırılan yazılımlarda kullanılan yöntemler aslında nedir? bu yöntemler görüldüğü gibi “programlama yöntemleri"nden başka birşey değildir. Hesap hızlandırmaktan, daha iyi sonuç elde etmekten farklı olarak beklenenin ötesinde bir farkındalığa sahip midirler, yahut olabilirler mi? konu hakkında çok güzel bir örnek var, adı alice.

Alice (A.L.I.C.E), bugün internette kolayca karşınıza çıkabilecek bir chatbot (muhabbet robotu)dur. Hatta şu aralar spleak adında bir msn versiyonu bile bulunmaktadır. Alice sorular sorarsınız ve size bir şekilde yanıt verir. Bir şekilde diyorum çünkü zekası halen hamamböceğininkiyle bile kıyaslanamayacak kadar komiktir, çoğunlukla alacağınız yanıtlar son derece mantıksızdır. Alice’in yaratılması AIML (artificial intelligence markup language; yapay zeka işaretleme dili)‘nin yaratılmasıyla aynı zamana denk düşer. Bu, http protokolunde de kullanılan işaretleme dilinin yakın akrabasıdır. Hatta AIML için bir XML türevi bile diyebiliriz. AIML, belirlenen sorulara karşılık çok da karmaşık olmayan algoritmalarla verilecek cevapların neler olacağını kararlaştıran ve alice’in beynini oluşturan bir çeşit “database"dir. Program yazarı sorulacak soruları ve muhtemel cevaplarını bu database’e girer. Peki neden adı yapay zeka olarak tanımlanmıştır? çünkü AIML soruları sınıflandırma yeisine sahiptir. Örneğin “what is” şeklinde başlayan sorulara verilecek cevaplar konulara göre alt basamaklar oluşturarak çeşitlendirilir. Yani database’e tam olarak “what is the matrix” sorusu girilmez. “what is” kısmı alınır ve alice kendisine bir anım sorulduğunu anlar. Sorunun diğer kısmını alır ve kendi ansiklopedisinde aratır. eğer bilgisi dahilindeyse yanılar, yoksa döngü başka bir yere girer ve alice size onun ne olduğunu bilmediğini söyler. Yine yapay zeka olarak adlandırılmasının bir diğer sebebi ise kendisiyle konuşulduğu sürece, konuşulanlardan yeni şeyler öğrenebilir. Matrix’in ne olduğunu bilmeyen alice’e konuşma esnasında matrix’in ne olduğunu anlatırsanız (yetkiliyseniz tabii) alice bunu database’ine yeni bir veri olarak ekler. Peki alice’in bizi cevaplaması ne şekilde yorumlanabilir? neler olup bittiğini farkedebileceği bir bilince sahiptir diyebilir miyiz? yoksa zekice tasarlanmış bir database’den başka birşey değil midir? eğer alice örneğinin çok basit bir uygulama olduğunu, bundan elli yıl sonra herşeye mantıklı cevaplar verebilecek başka robotların varlığı üzerinden konuşmamız gerektiği kanaatindeyseniz… O zaman beynimizin fantazi bölümünü harekete geçirelim ve böyle bir robot hayal edelim. Bu robot her haliyle bir insanı anımsatsın, hatta öyle ki, insan mı robot mu olduğunu asla anlayamayalım. Robotun jest ve mimiklerinin olduğunu, düz bir tonda değil de, bir insan gibi vurgulu konuştuğunu, karşısındakinin o anda neler hissettiğini tespit edip ona göre davrandığını düşünelim. peki bunları yapabiliyor olmasının yolu nedir? böyle birşey ancak mimiklerin kodlanmasıyla, karşısındakinin hareketlerinden o andaki ruhsal halini anlayacak kodlara sahip olmasıyla vs. Mümkün olabilir. Yani kodlayıcısı ona, şöyle bir veri alırsan, böyle bir çıktı ver demiştir ve robot aslında bu kodları uygulamaktadır. Böyle bir robotun bilincinden bahsedebilir miyiz? robot, ne kadar karmaşık kodlanmış ve ne kadar karmaşık hareketler veriyor olursa olsun, aslında yaptığı şeylerin farkında mıdır? heisenberg’in belirsizlik teorisindeki gibi, robo zaten algıladığı verilere zaten kodlayıcısının söylediği şekilde mi tepki verecektir, yoksa bu kendi seçimi olduğu için mi? Şimdiye kadar bahsettiklerim kadarıyla, aklınıza şu sorunun gelmiş olması gerekir. Madem robot için bir bilinçten bahsedemiyorsun ve madem belirsizlik teoremi diye birşey var, o zaman nasıl olur da robot bir bilince sahip olamazken insan olabilir? satırlardır değinmek istediğim nokta bu aslında. İnsan (aslında herhangi bir canlı), hareketlerinin asla hesaplanamayacağı maddelerden oluşan bir evrende yaşıyor. hatta ilk yaratıldığı anda da böyle bir evrende yaşıyordu. Oysa robot hareketleri önceden tahmin edilebilen birşey. Neye nasıl tepki vereceği yaratıcısı tarafından belirleniyor. Yani aynı şekilde kodlanmış iki robotun birini bir dünya simülasyonunda, diğerini de gerçek dünyada harekete geçirirseniz, iki robotun hareketleri (bir kişilik geliştirmeye programlanmış olsa bile), yaratıcısı tarafından tahmin edilebilir. Seçim yapabilecek şekilde programlanmış olsa bile aslında seçim yapmayı simüle eder, daha fazlasını yapmış sayılmaz. Hareketlerinin önceden tahmin edilebilinecek olmasının sebebi ise hesaplarında yuvarlama yapmak zorunda olmasıdır. Bu zorunluluk, dediğim gibi ne kadar karmaşık olursa olsun, robotun bir sanat eseri yaratabilme şansını elinden alır. Bu yuvarlama zorunluluğu, kendisine söylenenden (öğrenebiliyor bile olsa) fazlasını bekleme şansımızı da yoketmiş olur. Oysa insan yuvarlama yapmaz, beyin hücreleri hesap kolaylığı sağlamak için yuvarlama yapmak zorunda değildir.

Robotları ve yapay zekayı şimdilik bir kenara koyalım ve bilinç üzerinde konuşmaya başlayalım. Bilinç tanımını yapmak sandığımızdan da zor bir iştir. Yanılgıya kapılmadan bu tanımı yapmaya çalışalım ve bu yüzden en baştan başlayalım. Ne bir bilince sahip olabilir? hepimiz bu soruya bir canlı diye cevap verebiliriz. Taş, bir bilince sahip değildir. Etrafında olan bitenin farkındalığından bahsetmemiz mümkün değildir. yani bilincin varolabilmesi için farkındalık gerek koşuldur. Bir canlı dışındaki hiçbirşey bir bilince sahip değildir. Seçim yapmazlar, özgür iradeleri yoktur. Örneğin ay dünya etrafında döner. Bunu kendi istediği için yapmaz, evrende çekim kanunu vardır, ay aslında orada öylece durmaktadır ancak başka bir kütlenin çekimine girmiştir ve onun etrafında dönmeye başlayarak dengeye oturur. Evrende zekaya sahip olmayan hiçbirşey kendi başına birşeyi değiştiremez. Kurallar vardır ve nesneler bu kurallara göre pasif bir şekilde hareket ederler. eğer uygun şartlarda hidrojen ve oksijen atomları yanyana gelirse su molekülü oluştururlar, burada atomların bilincinden bahsetmemiz mümkün değildir. kural böyledir ve maddeler kurala uymak zorundadır. Güç belirli bir düzende hareket eder ve hiçbir madde gücü kullanmaz, güç kural olarak onların üzerinde uygulanır, canlı dışında. Canlılar bu kurallardan faydalanırlar, gücü kontrol edebilirler. Peki nasıl olur da bir canlı bir bilince sahip olmuştur? asıl mesele de budur. Bu sorunun yanıtını bulmak için gene başa dönmemiz gerekir, yaşamın nasıl oluşuğunda aramalıyız cevabı.

Miller deneyini birçoğumuz liseden hatırlayabiliriz (her ne kadar günümüzde tartışmalı bir hal almış olsa da konumuz bu değil, bu yüzden örnek kullanılması için yeterince iyidir) . Metan, amonyak ve subuharını bir ortamda tutup, ortama elektrik verildiğinde basit aminoasitler elde edebiliriz. Neden mi? çünkü kurallara göre maddenin eğilimi bu yönde olmak zorundadır. Tıpkı hidrojenle oksijenin uygun koşullarda su molekülü oluşturması gibi. Belli şartlar altında belli tepkimelere giren maddeler önce canlının yapıtaşlarını, ardından canlının kendisini oluşturur. Canlı sistemi çok karmaşık olabilir ama evrendeki maddelerin hareketlerinden daha karmaşık olduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden kanımca bu şekilde bir canlının varolduğunu düşünmek çok da şaşırtıcı değildir. İşte bilinç canlı oluşumunun hemen ardından kendini gösterir. Çünkü bir bilince sahip olmayan canlı, gene maddenin uygun koşullarda bileşiminin sonucu olan DNA’sının kendine emrettiği gibi varlığını devam ettiremez. Aynı DNA canlıya dış uzayla etkileşim halinde olması gerektiğini söyler ki en basit canlının bile çevresini algılayabilmesi için reseptörlere ihtiyacı vardır. Çünkü bir bilince sahip olmadan yaşamdan bahsetmek mümkün değildir. Burada çok ironik birşey olur. Kurallar, kendisine karşı koyabilecek şeyi kendi elleriyle yaratmıştır. Bu yüzden yazımın başında yaşamın sistemin bir anomali olduğunu söylemiştim. Sistem, kendi içinde beklenmeyeni gerçekleştirmiştir, madde artık pasif değildir, hareketlere yön verebilen bir hal alır.

İşte insan, sonsuz büyüklükte hesapların her an geçekleşiği bir evrende kendine bir yer edinmiştir. Eşyanın tabiatı gereği de kendisi bu sonsuzluğun bir parçasıdır. Nasıl bir elektronun hareketi bir sonraki adımda hesap edilemiyorsa, insanın özgür iradesinin de neler yapabileceği hesap edilemez. Yani eğer bir yaratıcı varsa bile, insan bu yaratıcıyı şaşırtabilecek işler yapabilir hale gelmiştir. Çünkü varolduğu, kendisinin de bir parçası olduğu evrende hesaplamalarda yuvarlamalar yapılmaz, nitekim ortada bir işlemci yoktur, haliyle hareketleri de önceden hesaplanamaz bir hal alır. Sonsuzluğun bir parçası olarak (matematiksel olarak da bu böyledir, sonsuz/10000 gene sonsuza eşittir) insan sonsuzluğun ta kendisidir.